reklam
reklam
DOLAR
EURO
STERLIN
FRANG
ALTIN
BITCOIN
reklam

Türkiye Neden Hep Hedefte?

Yayınlanma Tarihi : Google News
Türkiye Neden Hep Hedefte?
reklam

“Büyük doğumlar, büyük acılardan sonra gerçekleşir.” (Ahmet Ulukaya)

Türklerin tarih sahnesine çıktıklarından beri mutlaka bir düşmanı, rakibi olmuştur. Orta Asya’da bu rakip Çin’dir. Batı’ya doğru gelindiğinde Bizans’tır, Haçlılardır. Osmanlı’da doğu ve batıdan gelen sıkıntılarla, düşmanlıklarla mücadele edilmiştir. Nihayet son üç yüz yıldır karşımızda bir Batı Medeniyeti durmaktadır. Türkler İslamiyeti kabul ettikten sonra mücadele çeşitlenmiştir. İslam orduları Viyana önlerine, Endülüs’e ve İtalya’ya dayanıp Avrupa kıtasını üç bir taraftan sardıktan sonra Batı için değişmez ve ila nihayi bir rakip konumuna gelinmiştir.

Dün problem ne ise bugün aynıdır. Özellikle 1815 Viyana Kongresi’nden sonra Batılı devletler için yüz – iki yüz yıllık bir Şark Politikası hedefi oluşmuştur. Bu hedef Türk-İslam gücü ve nüfusunun Balkanlar’dan ve Anadolu’dan çıkartılmasıdır. Bugün yaşadığımız pek çok hadise aslında karmaşık gibi gözükse de kolayca anlaşılır bir durumdur. Tarihte bir takım hasletleri kazanmış ve uygulamış Türk-İslam nesillerinin ayağa kalkması, özüne dönmesi engellenmekte, yeni nesiller de kendine gelmemek için direnmektedir.

Yakın tarihe baktığımız zaman 18. yüzyılın sonlarında Grek projesi ile Osmanlı’yı parçalamak isteyen bir Rusya ve Avusturya ile karşılaşırız. 19. yüzyılın başlarında İstanbul’a gözünü dikmiş, İstanbul dünyanın merkezidir diyen bir Fransa vardır. 1878’den sonra Osmanlı’yı yok etme politikasını İngiltere üstlenmiştir. Dünyayı parsel parsel paylaşan Batı ülkeleri ayakları üzerinde kalmış son kale olan Osmanlı’ya diz çöktürmek için her yolu denemiştir. Nihayet I. Dünya savaşının getirdiği yıkım, Sarıkamış felaketi, hâsılı savaştığımız cephelerdeki yıkım Osmanlı barışını yok etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda önünde büyük zorluklar bulunuyordu. Problemi doğru tespit etmek, çözüme ulaşmada yol kat ettirir. Problem neydi? Çözüm ne olmalıydı? Kafalar karışık, düşünceler farklıydı. Osmanlı bitmiş, rakipleri güçlenmişti. I. Dünya savaşında tarafların sadece piyade gücüne bakıldığında manzara nettir. Üç milyonla savaşa giren Osmanlı’nın karşısında on iki milyonla İngiltere, dokuz milyonla Rusya, sekiz buçukla Fransa ve beş milyonla İtalya duruyordu. Silah ve teknik araçları karşılaştırmaya gerek var mı? Hal böyle olunca İngiltere ve Fransa arasında Osmanlı topraklarını paylaşan Sykes-Picot antlaşması geldi. Savaşın sonu ise hepimizin malumu, Sevr… Sonrası… Kağıdı olmayan, şekeri olmayan bir memleket. Keza Türkiye Cumhuriyeti’nin kurduğu ilk fabrikalar onlar.

Cihanı yönetme, ilayı kelimetullah ve hilafet gibi uluslararası amaçlardan vazgeçen/vazgeçirilen Türkler, Batı’nın kabul ettiği ve yaşama hakkı tanıdığı topraklar üzerinde yollarına devam ettiler. Fakat belirttiğimiz üzere temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan, Ahmet Ağaoğlu’nun 1930’da yaptığı araştırmada toprak ve ağaç kabukları yiyerek yaşayan bir halk… Yokluk… Yakın zamanlara kadar Anadolu insanının temel vasfı…

Övünerek anlattığımız ilk demir-çelik fabrikamıza bakalım. 10 Kasım 1936 tarihinde İngiliz hükümeti ile imzalanan 2,5 milyon sterlinlik bir kredi anlaşması üzerine H.A. Brassert firmasına ihale edilen tesislerin temeli, 3 Nisan 1937’de zamanın Başvekili İsmet İnönü tarafından Karabük’de Soğanlı ve Araç çaylarının birleştiği geniş çeltik tarlaları üzerinde atılmış ve böylece Karabük’te çeltik tarımından çelik sanayisine dönülerek Türkiye’nin ilk ağır sanayi hamlesi başlatılmıştır. İlk Türk çeliğinin 10 Ekim 1939 tarihinde alındığı fabrikanın kuruluşunda İngiliz firması uzmanları ile birlikte köylüler katır sırtlarında taş taşıyarak, mahkumlar bir yıl çalışmaları karşılığı mahkumiyetlerinden 2 yıl affedilerek çalıştırıldı. İngiliz ve Alman mühendisler, Türk köylüleri ve mahkumlar, hatta Çankırı Cezaevi’nde yatan mahkumların arasında bulunan şair Nazım Hikmet de tesislerin kuruluş inşaatında çalıştı. Bugün nükleer santral kurulması gündemde. Tabi yine yabancı yardımı ile. Zar zor da olsa bir ilerleme söz konusu. Yalnız problemlerimiz, elimizi kolumuzu bağlayan oyunlar bitmek bilmiyor. Türkiye’nin daha fazlasına sahip olması istenmiyor. Batı veya dünyanın ekonomisi güçlü ülkeleri biz üretelim, siz tüketin, bize muhtaç olun mantığı içerisindeler. Hele hele tarihi misyonumuza dönmemiz ihtimali dahi uykularını kaçırıyor olmalı…

Ülkemizin temel sorunlarından biri ekonominin tarıma dayalı olmasıydı. Yakın zamanlara kadar nüfusumuzun çoğu kara sabanla tarım alanında bulunuyordu. Demir pulluk köylülerimiz tarafından kullanıldığında tarlaların sürülmesinin çok kolaylaştığını, kara lastik çıktığında yalın ayaklıktan kurtulan ve buna çok sevinen bir geçmişimiz var. 1980’lerden itibaren toplumda hızlı bir dönüşüm gerçekleşti. Anadolu insanı çocuklarını okutmaya, köyden şehre göç etmeye, daha rahat ve ekonomik imkânları olan bir hayata kavuşmaya başladı. Artık köylü Mehmet Efendi denilip adeta bayağı görülen halk doktor, avukat, mühendis, profesör yetiştirmeye ve hele hele de yönetimde söz sahibi olmaya başladı. Bu süreç el’an devam ediyor. Siyasi ve ekonomik istikrar beraberinde yeni bir müteşebbis sınıf ortaya çıkarıyor. Tüm bu gelişmeler beraberinde yavaş yavaş yeniden ayağa kalkmaya çalışan bir millet oluşturmaktadır. Ancak Türkiye üzerinde oyunlar bitmemektedir. Bu defa terör ve Türkiye’nin çevresindeki kaos ortamı tırmanmakta, tırmandırılmaktadır. Türkiye ve çevresinde o kadar çok terör örgütü türetilmiştir ki saymakla bitmiyor, alfabedeki harfler yetmiyor. Birbirine düşmanmış gibi görünen terör örgütleri mesele Türkiye düşmanlığı olduğunda hemen bir araya geliyor, birlikte eylem yapıyor, bombalar patlatıyor, kaos planlanıyor. Açıktan Türkiye’ye, Türk hükümetlerine düşmanlıklarını dile getiriyorlar.

Ekonomik oyunlar zamanımızın soğuk savaş metotlarından en fazla kullanılanıdır. Türkiye’nin tahıl üreten bir ülke konumundan kendi teknolojisini, otomobilini tasarlayıp üreten bir ülke haline gelmesi son 50-60 yıldır engellerle karşılaştı. Tabi yalnızca dış etkileri dile getirmek konuyu tespit etmekle yetersiz olur. İç dinamiklerimizin de Türkiye üzerine oynanan oyunlara çanak tuttuğu gözlenmektedir. Geçen ay Nobel ödülü olan Prof. Sancar’ın ABD’de yaşaması ve bilimsel faaliyetlerini bu ülkede sürdürmesi Türk kökenli olması bakımından sevindirici ama beyin göçü bakımından üzücüdür. Keza “Hedefteki Türkiye” diyen, moleküler biyoloji ve kuantum mekaniği konularında pek çok ödül alan Prof. Sinanoğlu da yıllarca yurt dışında bilimsel çalışmalarını yürütmüştür.

Tüm bu değerlendirmelerimizden çıkan sonuç Türkiye üzerine oynanan oyunların tarihi temelinin olduğudur. Bu oyunlar bitecek gibi görünmemektedir. Türkiye her şeye rağmen ister dışarıdan isterse içeriden kaynaklansın önündeki bir takım engelleri aştığında tarihi geçmişindeki tecrübeyle de sabit olarak dünyanın en güçlü ülkesi olacaktır. Bin yıl yönettiği coğrafyayı tekrar geri isteyecektir. Bu da her daim hedef olmasında etkendir. Bunda şaşılacak ve hayrete düşecek bir durum yoktur. Şaşılacak olan bizim halimizdir. Bu münasebetle hemen şimdi zekâmız ve damarlarımızda taşıdığımız asil kanla övünmeyi bırakıp, daha fazla çalışmamız ve Peygamberimizin “İki günü eşit olan zarardadır” düsturuna kulak vermemiz gerekmiyor mu?

reklam

YORUM YAP